SOPHİA İLE TANIŞMAM – Nazile Serna ONUR
SOPHİA İLE TANIŞMAM – Nazile Serna ONUR
1998 yılı yazında, Fethiye Kelebekler vadisinde masaları temizlemeye karar verip işe koyulduğum bir gece, boş bira şişelerinin içinden sar- kan bir kağıt dikkatimi çekti. Bunu Kutsal Ruh’tan gelen bir mesaj olarak algılayıp hemen kaydıma geçtim: ‘12 colours views of St.Sophia’.
İşimi bitirip yavaş yavaş kumsalda yürürken, St.Sophia’nın kim olabileceğine dair düşünüyordum.O sırada arkadaşım Noyan’a rastladım ve ona sordum. O da İstanbul’da bulunan sırasıyla kilise, cami ve müze olan Aya Sophia’yla ilgili olabilir dedi. Sophia kimdi? Ne anlama geliyordu? Kafamdaki sorularla beraber, kumsalda altında uyuduğum ağaca gittim. Her gece yaptığım gibi bir mum yakarak, o günlerde oku- makta olduğum Umberto Eco’nun ‘Faucalt Sarkacı’ndan rasgele bir bölüm açıp okumaya başladım. İnanılması güçtü Sophia tam karşımda duruy- ordu (bölüm 50):
“Çünkü ben hem ilki, hem sonuncusuyum. Hem onurlandırılan, hem nefret edilenim. Hem fahişe, hem ermişim”.
Nag Hammadi, 6-2’den bir bölüm
Sophia hem ermiş, hem fahişe olarak karşımdaydı. Kitabın arka sözlüğüne yöneldim:
“Gnostik gelenekte ‘Bilgelik’i temsil eden dişil öğe. Sonraları çeşitli ro- manesk kişiliklere büründürülmüştür. Hermes Trismegistes’ten esinlenen düşünce okuluna göre, Sophia, öte dünyada yargıç rolünü üstlenecek ‘Işık Bakiresi’dir.”
Ve yine bir soru işareti oluştu kafamda Gnostik gelenek neydi? Sözlüğe göre Gnos, İ.S. II. Ve III. y.y.’da, Doğu Akdeniz havzasında gelişmiş olan felsefi, dinsel düşünce akımıydı. Başlangıç tarihi bilinmemekle birlikte, kökleri olasılıkla Hiristiyanlıktan önce, İskenderiye’de, Judaizm ve Hele- nistik felsefenin kaynaşmasında yatar. Gnosis, kurtuluş güvencesi olarak doğanın ve Tanrı’nın tam ‘bilgi’sidir. Gnosların incelenmesi uzun za- man Hiristiyanlık tarafından sapkınlık sayılmış, 1945’de Mısır’da, Nag Hammadi’de, 50 ciltlik bir Gnostik kitaplığın bulunmasıyla yeni bir ivme kazanmıştır. Bugün yalnızca Gnostik geleneğin özgünlüğü değil, Manici- lik ve Katarlar’la, Kabala ve Simya gibi bütün gizlici felsefe üstündeki et- kisi kesinleşmiştir. Kitabın arkasındaki sözlükte bunlar yazıyordu ve ben daldıkça dalıyordum. Yeniden açtığım bölüme döndüm ve okumaya de- vam ettim:
“Peki Simon’la Sophia’nın anlamı ne?” diye üsteledi Belbo. “Onun adı Simon mı?”
“Olağanüstü bir öyküsü var bunun. Evrenin bir yanlışlığın ürünü olduğunu, bunun biraz da benim suçum olduğunu biliyor muydun? Sophia, Tanrı’nın dişi yanıydı; çünkü Tanrı o zaman erkeksi olmaktan çok kadınsıymış. Siz erkekler ona sonradan bir sakal takıp, bir erkekmiş gibi söz etmeye başlamışsınız ondan. Ben onun iyi olan yarısıymışım. Simon benim izin almadan dünyayı yaratmak istediğimi söylüyor; ben Sophia, bir adı da, neydi, dur bakayım tamam Ennoia. Ama benim erkek olan yanım yarat- mak istemiyormuş, belki yüreksizliğinden, belki iktidarsızlığından, ben de onunla birleşecek yerde, dünyayı tek başıma yaratmaya karar vermişim, bu isteğe karşı koyamamışım. Sanırım aşırı sevgi yüzünden. Doğru, bu karmakarışık evrene tapıyorum. Dünyanın ruhu oluşumun nedeni de bu. Simon böyle diyor.”
İçim resmen hopluyordu, hem korkmuş, hem heyecanlanmıştım. Her şey öyle çabuk gelişiyordu ki kendimi henüz ne olduğunun farkında olmadığım yeni açılan bir kapının önünde bulmuştum. Zaman za-
man kapılar kapanıyor, zaman zaman da aynen bu gece de olduğu gibi aralanıyor ve bir ışık huzmesi yeniden gönlümü aydınlatıyordu. Hep- si, birbirinin devamı olan bir bilgi akışı içinde oluyordu. Hiçbir şey birbirinden kopuk gerçekleşmiyordu. ‘Bu da ne şimdi?’ dediğim bir şey vakti geldiğinde kendini kendimle bağlantı içine sokuyor, yaşamımda kendini gösteriyordu.
Sophia daha önce üzerinde hiç düşünmemiş olduğum bir inancı canlandırdı bende: Ana tanrıçalık. Ve gariptir ki Faucalt Sarkacından sonra karşıma çıkan üç kitapta da Ana tanrıçalık kavramından bahsedilmekteydi. Bunlardan ilki ‘Piedra Irmağının Kıyısında Oturdum Ağladım’ ( Paula Coelho), ikinicisi ‘Dune Üçlemesi’( Frank Herbert) ve üçüncüsü ise Kelebekler Vadisi’nden sonra gittiğim Nevşehir Göreme’de karşıma çıktı; Ana tanrıçalar Diyarı Anadolu (Reşit Ergener).
Kitap, 13 yıldır görmediğim bir arkadaşımla karşılaşmamla karşıma çıktı. Kitabı birkaç günlüğüne ödünç istedim ve heyecanla okumaya başladım. 101. sayfaya geldiğimde yeniden Sophia’yla karşılaştım:
“ Roma İmparatoru Büyük Konstantin, İstanbul’u M.S.330 yılında ikinci başkenti yaptı. Roma İmparatorluğu, M.S.476 yılında ikiye bölündükten sonra İstanbul, Osmanlılar kenti 1453 yılında alana dek, Roma’nın devamı sayılabilecek Bizans İmparatorluğunun başkenti oldu. İstanbul’daki Roma tapınaklarının en önemlisi; Ayasofya.
Bugün halen ayakta duran Ayasofya, 532-537 yılları arasında İmparator Jüstinyen döneminde yapılmış. Aynı yerde 360 ve 404 yıllarında yapılan iki tapınak, Hipodrom’da patlak veren ayaklanmalar sonucu yıkılmış. Ayasofya sözcüğünün anlamı ne? Bu sözcükler ‘Kutsal Bilgi’ anlamına geli- yor. İncil’de Sophia(bilgi) adlı bir dişiden söz edilir(Proverbs bölümü,8). Sophia yüksek yerlerde, kent girişlerinde ve evlerin kapılarında bağırır; aptalları onu anlamaya çağırır. Çünkü o her şeyden daha değerlidir. Kral- lar ve prensler, onun sayesinde hüküm sürerler. Onun gösterdiği yolu izleyenler, zengin olur. O, onu sevenleri sever. Onu bulanlar yaşamı bulur; onu yadsıyanlar ölümü seçerler.
Gnostiklere göre Sophia, Tanrı’nın dişi ruhu, onun gücünün kaynağı ve annesidir. Tanrı, daha hiçbir şeyi yaratmadan önce, Sophia’nın içinde vardı. Sophia’yı herşeyi başlatan dişi güç, yani sessizlik doğurdu. Sophia da, Hristos adlı erkek ve Achamoth adlı dişi ruhları doğurdu. Hristos, önce yılan kılığında Havva’yı yasak meyveyi yemeye ikna etti. Sonra güvercin kılığında Kudüs’e gidip, İsa adlı erkeğin ruhunu oluşturdu ve ölünce cennete dönüp, ruhları yönetmeye başladı. Yine bazı gnostik inanışlara göre, Hristos, Sophia’nın kocasıdır ve Sophia Hz. İsa’yı doğurması için Meryem’in, vaftizci Yahya’yı doğurması için de Elizabeth’in bedenlerine girmiştir.
Sophia inancı, erkek egemenliğine dayalı Batı kilisesinde tutunamamış ama Ana tanrıçalık kültünün ortaya çıktığı topraklar olan Anadolu’da candan benimsenmiştir. Doğu Hiristiyanları, Sophia’ya tutkuyla bağlıydı. İstanbul’daki en büyük tapınaklarına, bu yüzden onun adını verdiler.
Roma’nın en büyük tapınaklarından birinin kutsal ana, Sophia adına dikilmesinden rahatsız olan Batı Hıristiyanları, onu küçümsemeye çalıştılar, onun önemsiz olduğunu ileri sürdüler. Katolik bilginleri son- ra daha ileri gidecekler ve Yunanca açıkça ‘ Kutsal Bilgi’ anlamına gel- en Ayasofya sözcüklerinin ‘Hiridtos, Tanrı sözü’ anlamına geldiğini ileri süreceklerdir.
Sophia, Gnostik inancına göre Tanrı’nın büyülü ve gizli adlarını oluşturan yedi gezegen ruhunun annesiydi. İstanbul, Roma gibi yedi tepe üzerine kurulu.
Sophia’nın simgesi aynı zamanda Afrodit’in de simgesi olan güvercin. Ayasofya’nın görkemli kubbesinin pandantiflerini süsleyen kanat resimleri(serafim), Sophia’nın doğurduğu erkek ruhun, güvercin kılığında Hz. İsa’nın bedenine inerken taktığı kanatlar olabilir mi? Meryem’in, Ayasofya’nın mozaiklerinde betimlenen gülümseyişi, Sophia’nın herşeye can veren gülümseyişi değil mi?”
Okuduklarım karşısında heyecandan donup kaldım. İstanbul’a gider gitmez Ayasofya’da soluk almaya karar verdim.
Yine Nevşehir Göreme’de Tempo dergisinin ‘Anadolu yeni bir din yarattı’ kapağıyla karşılaştım. Derginin bana açtığı kapı İstanbul’da bulunan ‘Ana Kültür’ derneği oldu ve ilginçtir ki bu dernek Tünel de Sophialı sokakta bulunmaktaydı.
İstanbul’da Sophia’yla yeniden Sofi’nin dünyası adlı kitapta karşılaştım.
Sofi, Ortaçağ’da kadınların aşağılanmasına çok sinirleniyor ve Alberto’ya Ortaçağ’da hiç kadın filozof olup olmadığını soruyor. O da Hildegard adında bir kadın filozof olduğundan bahsediyor ve anlatıyor: “Hildegard 1098-1174 yılları arasında, Ren vadisinda yaşamış. Kadın olmasına rağmen vaiz, yazar, doktor, botanikçi ve doğabilimci olarak çalıştı. O, ortaçağda ayakları en çok yere basan ve en bilimsel olanların kadınlar olduğunun bir simgesidir.
Tanrı’nın yalnızca bir erkek olmadığı eski bir Yahudi ve Hiristiyan inanışıdır. Bu inanışa göre Tanrı’nın bir de dişi yanı yada ‘doğa analığı’ vardır. Çünkü kadınlar da Tanrı’nın suretidir.”
Sofi içini çekti. Niye kimse anlatmamıştı bunu şimdiye kadar kendisine? Ya o niye kimseye sormamıştı. Alberto konuşmaya devam etti: “Ortaçağ’da Sophia yada Tanrı’nın doğa analığı inancı hem Yahudiler arasında, hem de Yunan Ortadoks Kilisesinde varlığını sürdürdü. Batı da ise bu unutuldu. Ama sonra Hildegard ortaya çıkıp, değerli mücevherler, sarı elbiseler giyinmiş haliyle, Sophia’nın kendisine göründüğünü iddia etti.”
Uzak doğu’ya batığımızda Sophia’nın “Shakti” ile temsil edildiğini görürüz. Shakti evrende varolan tüm düşünce ve hisleri rahminden doğurduğuna inanılan, dişiliği ve gücü temsil eden tanrıçadır. Evrendeki tüm enerjileri doğuran potansiyel güç kaynağı. “Büyük İlahi Anne” olarak da nitelendirilebilir. Anlayışı ve çözümü, merhametiyle birleştiren, dertlere deva olan bir kadın sembolüdür. Shakti algı ve hisleri kaplayan maneviyatı, potansiyel gücü temsil eder.
Sophia Yahudi geleneğinde “Shekinah” olarak çıkar karşımıza, bizdeki ifadesiyle “Sekine” ve sekinenin bizim geleneğimizdeki adı Fatıma Ana… İşte Fatıma Ana’nın eli de dişi prensibin bizdeki arketipsal simgesidir.
Miladım 1997’dir ve Sophia’yla tanışmam, yukarı da anlattıklarım ise 1998 yılında gerçekleşti, yani kendi miladımdan bir yıl sonra. Şimdi 2010 yılındayız ve kendi miladımın onüçüncü yılı; yolculuğum halen işaretleri takip ederek, İbrahimi okuyuşla, Allah’ın izin verdiği ölçüde devam ediyor; yana yana, döne döne, içten içe, AŞK ile…
Sophia, sezgi, keşf ve sevgi yolu, içinde bizim iradi eylemimizin olmadığı aşk ve cezbe yolu, tam teslimiyetle, bütün gayretleri terkle kendiliğinden açılan yol, dişil prensip, cemal…
Sanat ise bu yolun kendisidir yada bir diğer ifadeyle yürünen yolda kendimizin işlenmesi. Aslolan aslımıza olan yolculuğumuzdur ve ger- çek özgeçmiş de budur… Bizden zuhura çıkan her eylem, kendini aşan bir gerçekliğe hizmet etmiyorsa ne değeri olabilir ki müzik, resim, dans… bunların hepsi birer araç asla amacın kendisi değil… kendilerini aşan bir gerçekliğe dil olabildiklerinde, hizmet edebildiklerinde değer kazanırlar.
Bunlar gönlün dile geliş şekilleri, hepsi bu…Bu şekilde olunca da ken- dim için diyebileceğim yegane şey bir tek Hakk yolunda aslını aray- an bir yolcu olduğum, başım gözüm üstüne koyabileceğim başka da hiçbirşeyim yok Hakk’tan gayrı, vasıfsızım… canı başı koydum Hakk yoluna, gece gündüz gitmedeyim; gecem O, gündüzüm O, başka da hiçbirşeyim yok benim… aslımda yok, aslıma varlık veren de bir tek O… yolculuğum halen işaretleri takip ederek, İbrahimi okuyuşla, Allah’ın izin verdiği ölçüde devam ediyor; yana yana, döne döne, içten içe, AŞK ile…
Tek bir direk var cümle alemde,
Tek bir yelken, tek bir gemi! Rüzgarı da Aşk!
Denizi de Aşk! Kıblesi de Aşk! Kabe’si de Aşk!
İlim ve sekine sahibi olunuz. Öğrenirken ve öğretirken yumuşak söyleyiniz. İlim ile tekebbür etmeyiniz (kibirlenmeyiniz). (Hadis-i şerif-Berika)
Güzele teslim ol!
Allah cümlemizi hayırlara tanık eylesin,
Umulur ki yolculuğumuz bereketli olur kemal bulur…
Hamd yalnız Allah’adır!
Nazile Serna Onur